CNN'den Son Haberler

12 Ekim 2007 Cuma

Okuma sınırlarınızı zorlayın!

Eğer kitap okuyorsanız, ara sıra kapılacağınız ilginç hisler olacaktır. Mesela, iki paragraf okuyup hiç bir şey anlamayıp tekrar başa dönmek gibi...
Kimi zaman insanlar bu gibi durumlarla savaşa girer. Kendimizle ettiğimiz iç kavgayı burada en açık biçimiyle izleyebiliriz. İşte bu noktada nefis ve ruh en açık taraflarını size gösterir... Biriniz okur, diğeriniz okumak istemez... Ve sonunda baskın çıkan kimse, siz osunuzdur...

Fakat kimi zaman olmak istemediğinizi olduğunuz da olur... Bu olmak istediğiniz "siz"in baskın çıkmasıdır... Bu baskı eğitimle birebir alakalıdır.. Baskın çıkan okumama hissi daha önce bahsettiğim gibi, insanın basite olan eğiliminden kaynaklanır. Bu eğilim insanı eğitir. Matematiğe ilgisi olan bir kişinin zorlama olmadan matematik hakkında kendini eğitmesi gibidir bu durum.

İnsanda sınır yoktur, insan sonsuzluktan kopan bir parçadır, ve bu söylediklerim felsefe değil gerçektir. Yani felsefedir. Kafanız karıştıysa şöyle söyleyeyim. Bu söylenenler boş değildir, gerçektir..

Sınırları olmayan bir insanın okumak gibi basit bir işte neden bu kadar zorlandığını kestirebilmek zordur, şahsi tezimse şudur: zor olan okumak değil, anlamaktır... İnsanlar anlamaktan ya korkuyorlardır, ya da basite eğilim çok fazladır.

Okumak için basite eğilim göstermiş anlayışı yukarı çıkartmak ve bu "eğilim"i düzeltmek esastır. -Yine okumaktan kasıt anlamaktır-

Eğer iki paragraf size anlam ifade etmiyorsa, anlayana kadar okuyun. Bazen anlamak samanlıkta iğne aramaya benzer. Hemen öğrendiğiniz şeylerin değerini asla bilmezsiniz. Kendi çıkarımlarınız size, o kitabı siz yazmış gibi bir etki bırakacak ve anladığınız şeyler daha fazla olacaktır.

Edebiyat ve Felsefeden sıkılmayın, çünkü onlar hayatın kendisidir.
Bunlardan sıkılanın hayattan ne beklentisi olabilir ki?

Altını çiziyorum: Hayat diyorum, dünya değil...

Sürçülisan eylediysek affola...

Aşağıdaki metni tek okuyuşta anlayacağınızı umarak yazıyorum:

OKURYAZARLAR VE OKUMAZYAZARLAR

Önce bir rüzgar esti her zamanki gibi, daha sonra bir dalga çarptı deniz kenarında hep aynı manzarayı izlemeye mahkum bırakılmış, ömürleri boyunca aynı dalgaları defalarca yemiş, kimi arkadaşları eriyip gitmiş yıllar önce ve kendisinin de yavaş yavaş eridiğini, gördüğü manzara kadar iyi benimsemiş olan sert kayalara… Ve bir martı kondu kayaların üzerine ama ne martı o, kanatlarını açsa dalgaların vuruşundan içi dışına çıkmış kapkara kaya birdenbire beyazlamış gibi görünür, hayatın apaçık ama, bize zorla görmezden getirttiği güzelliklere hiç de alışık olmayan gözlerimize tuhaf bir illüzyon gibi gelir, inanmak zor gelir mucizelere. Ve iyice kör olmaya (başlarız değil) başladık çoktan... Martı orada durdu, bembeyaz, dalgaların ara sıra sularını sıçrattığı kanatlarını açmadan…
Ve cümleler hep öznelerle başladı, yüklemlerle bitti ama kimisi aynı bu, yüklemi okurken özneyi unutmaya ramak kalmış olan karmakarışık cümleler gibi zordular, okuyanlar anlamakta zorlandılar… Ne martıların öznelerini bildiler, ne rüzgarın yüklemini… Kayaların nesnesini öznesinden, öznesini yükleminden ayıramadılar, sonra ortaya çıkıp öznesiz, yüklemsiz, içlerinde rüzgardan, martılardan, ağaçlardan, dalgalardan, kapkara kayalardan habersiz kelimeleri olan, sözde özneleri, sözde yüklemleri çok olan milyonlarca kitap bastılar, ve yazarlar çıktı henüz okuyamayan.
Halbuki martı uçarken “Oku!” dedi, duyamadılar, okuyamayanlar sağır mıydılar? Halbuki rüzgar hep okunmak için esti, kaya da okudu manzarasını ama okuyamayan yazarlar hiç kayaya sormadan yazdılar manzarayı… Hep “Oku!” dediler, okuyamayanlar “Oku!” diyeni de okuyamadılar, okumadan yazmaya kalktılar. Cümleler kuramadılar, özneleri bildiklerini sandılar, hep “özne” diye sayıklandılar yıllarca, ama “öz ne?” bilemediler… Şairler çıktı kafiye diye sayıklandılar yıllarca ama sonra kafiyeleri kafi geldi, “Artık bitti!” dediler, sonsuzluğu okuyamadılar… Daha sonra çıktılar yine sözde özneleri, sözde yüklemleri çok olan milyonlarca kitap bastılar, ve yazarlar çıktı yeniden yeniden, ama okuyamadılar…
Bir söz için bin yapraklı kitaplar yazdılar, bir yapraktaki bin sözü okuyamadılar… Rüzgarı her hikayede estirttiler, rüzgarın hikayesini okuyamadılar… Okuyamayanlar yazar oldular, okuyanlar rüzgara karışıp gittiler… Karmakarışık cümleler içinde kayboldular; özne oldular, yüklem oldular, öz ne bildiler, yüklemi yüklendiler… Okuyamayan yazarlar oldu, ama okuyanlardan yazamayanlar da yazdılar…
Ve martı o anda, açsa rüzgara meydan okuyacak güzellikteki bembeyaz ve genişçe kanatlarını açtı, rüzgara doğru kalkmaya çalıştı, kapkara kaya martının gölgesi altında beyazladı, ve hafif kulak tırmalarmış havasındaki dalgaların kayaya vuruşu, kayayı hayattan bir parça daha eriterek kıyıya sıçradı, kıyıya sıçrayan dalga parçacıklarından kimi martının kanatlarına tutunup kurtuldular, kimi kıyıya düşüp kurumaya bırakıldılar, okuyamayan damlalar kuma karıştılar, okuyanlar buhar oldular denize yağmur diye yağdılar... Yeniden bir rüzgar esti biraz önceki gibi, daha sonra bir dalga çarptı deniz kenarında hep aynı manzarayı izlemeye mahkum bırakılmış, ömürleri boyunca aynı dalgaları defalarca yemiş, kimi arkadaşları eriyip gitmiş yıllar önce ve kendisinin de yavaş yavaş eridiğini, gördüğü manzara kadar iyi benimsemiş olan sert kayalara…

24 Ocak 2007 / Beykoz
Fatih Kadir AKIN

Hiç yorum yok: